Tunceli, çağlar boyunca çeşitli medeniyetlerin hüküm sürdüğü bir bölge olmuş. Çemişgezek ilçesi güneyinde yer alan Keban Baraj Gölü altında kalan Pulur Höyüğünde 1968-1970 yılları arasında yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda elde edilen bulgular, Tunceli’de ilk insan yerleşiminin MÖ 5500’lü yıllara uzadığını gösteriyor.
Pulur’da bulunan höyükte yapılan kazılarda kale görünümündeki evler, ocaklar, dibekler, hayvan resimleri, tunçtan yapılmış iğne, kazma gibi çeşitli madeni eşyalar bulunmuş. İşuva (Hurri-Mitanni) adıyla anılan bölgede yazılı tarih MÖ 2200’li yıllarda Subarrularla başlıyor. Yeni Açılan Tunceli Müzesinde höyükten çıkarılan eserlerden bazılarını görebiliyorsunuz.
2018 yılına kadar Türkiye’de müzesi olmayan birkaç şehir arasında yer alan Tunceli’de bu yıl atılan bir adımla yangın sonucunda tahrip olan eski bir bina restore edilerek Tunceli Müzesi olarak kullanıma hazırlanıyor.
Tunceli Dersim Müzesi
1937 yılında yapımı tamamlanan tescilli bina, 1949 yılına kadar askeri kışla binası olarak kullanıldıktan sonra Maliye Bakanlığına devredilmiş. 1949’dan 1990’a kadar memur lojmanları olarak kullanılmış. 1990’lardan sonra müzeye dönüştürülme çalışmalarının başlatıldığı 2015 yılına kadar yaklaşık 65 aile içerisinde yaşamış.
2015 yılında Kültür Bakanlığı tarafından Tunceli Müzesi olarak kullanılmak üzere tahsis edilmiş. Alman mimarisi tarzında yapılan yapının Tunceli’de yalnızca üç benzeri bulunuyor.
Bugün hala müzeye dönüştürülme çalışmalarının yürütüldüğü, yaklaşık 81 yıllık tarihi geçmişe şahitlik eden bina yapısal özelliği sayesinde sadece iki ana kapıdan girilip çıkılan içine kapalı büyük bir ev karakterine sahip. Bu özellik bugüne kadar binada yaşayanların çekirdek aileymiş gibi yaşamalarına neden olmuş.
Askeri üs, memur lojmanı ve evsizlere ev sahipliği yapan bina 2015’te boşaltıldıktan sonra başlatılan çalışmalarla kent belleğine hizmet veren bir görünüme kavuştu.
Köy giyiminde erkekler üç etek ve kalın ak bezden dikilen gömlek giyiyor. Başa ise genellikle el örgüsü başlık takılır ya da puşi sarılır. Ayağa ise hayvan motifli nakışlı, gallik, dizleme ve konçlu olmak üzere üç çeşidi bulunan erkek çorabı giyiliyor.
Alevilik: Ali’ye mensup anlamına gelen Alevi terimi İslam kültüründe Hz. Ali soyundan gelenler anlamında kullanılıyor. Hz. Ali’nin soyundan oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed b. Hanefiyye, Ömer ve Abbas vasıtasıyla gelenlere Alevi deniliyor.
Semah cem cemlerde yapılan dinsel törenin adı. Semahın kaynağı kırklar meclisine dayanıyor. İnanca göre bu meclise gelen İslam Peygamberi Hz. Muhammed’e Salman-ı Farisi tarafından bir üzüm tanesi verilie. Salman-ı Farisi kendisinden bunu paylaştırmasını ister. Muhammed, Cebrail’in getirdiği tabakta bu üzüm tanesini sıkar. Bunu içen Kırklar Ya Allah deyip semah dönmeye başlar.
Dersim semahları ağırlama, yürütme ve pervaz bölümlerinden oluşuyor. Semahın sürdürülmesi pirin yönlendirmesiyle yapıldığı gibi yavaş, hızlı yeniden hızlı gibi bölümlerde ritim saz ve sözle de takip ediliyor.
Derviş cemlerinde ve bazı ziyaret yerlerinde de semah dönülür. Semahlar kendi içinde doğaçlama ve dervişin cezbelenmesiyle belli bir istikamette dönmesini de içerir.
Munzur Baba Efsanesi:
Zamanın birinde bir pir varmış, onun da bir tek kızı. Kızı bir gün ölür. Dede birkaç gün üst üste kızını rüyasında görür. Kızı, “Baba” der “Benim mezarımı aç. Bende bir emanet var onu al.” Dede gördüğü rüyayı taliplerine anlatır. Bunun üzerine karar verilip mezar açılır.
Kızın tabutunun içerisinde beşiğe benzer bir şeyin içerisinde bir çocuk şahadet parmağını emmektedir. Çocuğu oradan alırlar. Dede rüyasında tekrar görür kızını. Kız, rüyasında babasına, “Çocuğun adını ‘Munzur’ bırakın” der.
Gel zaman git zaman Munzur, yedi yaşına gelir ve Tunceli’nin Ovacık İlçesine bağlı Koyun Gölü civarında yaşayan bir ağanın koyunlarını gütmek için yanında çobanlık yapmaya başlar. Munzur’un ağası hac zamanı geldiği için hacca gitmiştir. Ağasının hacda olduğu bir gün Munzur, ağasının hanımının yanına gelir; “Hanımım, ağamın canı sıcak helva ister. Helvayı yaparsan ben kendisine götürürüm” der.
Ağanın hanımı önce şaşırır, sonra herhalde zavallı çobanın canı helva yemek istiyor, doğrudan söylemeye dili varmıyor, utanıyordur. Ağasını da bahane ediyor. Kendisine bir helva yapayım da yesin, der. Helvayı pişirir, bir bohçanın içine bağlar ve Munzur’a; “Al evladım götür” der. O sırada ağa hacda namaz kılmaktadır. Namaz sırasında sağa selam verirken bir de bakar ki sağ yanında elinde bir bohça ile Munzur dikilmiş duruyor.
Namazını bitirip Munzur’a; “Hoş geldin evladım, burada ne arıyorsun? Nedir o elindeki?” der. Munzur’da; “Ağam canın sıcak helva istemişti, onu sana getirdim” der. Elindeki bohçayı ağasına uzatır. Ağası bohçayı açar ve bakar ki içinde sıcacık helva paketlenmiş duruyor. Ağa hayretler içinde Munzur’a bir şeyler söylemek için başını çevirdiğinde bir de bakar ki Munzur yanında yok.
Ağa hac görevini tamamlayıp köyüne döndüğünde komşuları herkes elinde bir hediye ile hacıyı karşılamaya giderler. Munzur’da götürecek başka bir hediyesi olmadığından bir çanağın içerisine koyunlarından bir miktar süt sağar ve bununla ağasını karşılamaya gider. Ağa Munzur’u görünce yanındakilere; “Asıl hacı Munzur’dur. Öpülecek el varsa Munzur’un elidir. Önce ben öpeceğim der” ve Munzur’a doğru koşar.
Munzur bu konuşmaları duyduğunda; “Aman ağam Allah aşkına. Böyle bir şey olmaz. Ben yıllarca senin ekmeğinle, aşınla büyüdüm. Sen nasıl benim elimi öpersin. Ben sana elimi öptürmem, der” ve kaçmaya başlar. Munzur önde ağa ve yanındakiler arkasında bir kovalamaca başlar. Şimdiki Munzur Irmağı’nın çıktığı ilk yere geldikleri zaman Munzur’un elindeki süt dolu çanak dökülür ve sütün döküldüğü yerde, süt gibi bembeyaz bir su fışkırır. Munzur kırk adım daha atar.
Fışkıran bu sulardan bir ırmak meydana gelir. Munzur’un arkasından koşanlar bu ırmaktan öteye geçemezler. Munzur da bu dağlarda kaybolur gider. Yöre halkının efsaneleştirdiği Munzur hikayesinde; bir çobanın da keramet sahibi olabileceğini, çoban olsa bile Tanrının sevgisine mahzar olabilecek temiz yürekli, imanlı insan olabileceği belirtilmektedir. Munzur bu inançla efsaneleştirilmektedir.
Düzgün Baba efsanesi
Şah Haydar Kureyş olarak da tanınan Derviş Mahmud Hayrani’nin oğludur. Tunceli’nin zeve yakınlarında bulunan hayvanlarına daha rahat bakmak için Zargovit tepesine bir ev yapar. Öyle ki zemheri ayında bile keçileri gayet besilidir. Babası Derviş Mahmud Hayrani, böyle besili olması için oğlunun hayvanlara ne yedirdiğini merak eder. Merakını gidermek için Şah Haydar’ın bulunduğu Zargovit tepesine gider.
Rivayet edilir ki Şah Haydar’ın elindeki çubuğu değdirdiği meşe ağaçlarının hemencecik filizlendiğine şahit olur. Keçilerde filizlerden yiyerek beslenirler. Derviş Mahmud Hayrani, Şah Haydar’a görünmeden dönmek isterken keçilerden biri birkaç kez hapşırır.
Şah Haydar, hapşıran keçisine dönerek “ne oldu babam Derviş Mahmud’umu gördün; niye hapşırıyorsun” diye sorar. Gayri ihtiyari arkasına döndüğünde, babasının kendisine görünmeden gitmek istediğini farkeder. Babasına bizzat adıyla hitap ettiğini duymuş olmasından ve babasına karşı mucize yaratmış olmasından mahcup olan Şah Haydar, Düzgün Baba Dağına kaçar ve burada yaşamaya başlar.
Rivayet edilir ki, kaçarken ayağındaki kışın karda giyilen hediklerle birbirine uzaklığı yaklaşık 5 kilometre olan Zargovit’ten Düzgün Baba Tepesine üç adımda gitmiştir. Bastığı yerde hediklerin taşlara bıraktığı izler hala durmaktadır. Annesi eve gelmeyen Şah Haydar için endişelenir.
Babasından oğlunun durumunu öğrenmesini ister. Derviş Mahmud Hayrani de, Şah Haydar’ın durumu hakkında bilgi getirmeleri için taliplerini gönderir. Talipler, Düzgün Baba Dağının tepesinde Şah Haydar’ı görüp, pirlerine iyi haberle dönerler. Şah Haydar’ın durumunun iyi, işinin düzgün olduğunu; selam ve hürmetler gönderdiğini söylerler.
Bu “işi düzgündür ” sözü dilden dile dolaşır ve Şah Haydar’a Düzgün Baba denilmeye başlanır. O günden sonra 2500 metre yükseklikteki bu dağa da Düzgün Baba Dağı denir. Dağ, o günden bu yana kutsal olarak bilinir. Çok sayıda insan tarafından ziyaret edilir, adaklar adanır, kurbanlar kesilir. Düzgün Baba efsanesi yörede halen hakim olan babaya saygının eskiden beri var olan bir geleneğin ifadesidir.
Sultan Hıdır 13. yüzyıl başlarında Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat döneminde Tunceli’nin Pertek ilçesinde doğmuş. Kerametli bir kişi olan Sultan Hıdır bolluk ve bereketi temsil ediyor.
Sarısaltuk Ocağı: Sarı Saltık, 13. yüzyılda Anadolu Selçukluları döneminde yaşamış erenlerdendir. Selçuklu’ların son döneminde Anadolu ve Rumeli’de, Ahmet Yesevi, Lokman Parende, Taptuk Emre,Alamut imamı 3.Alaeddin Muhammed, Ebu-l Vefa, Dede Gargın, Baba İlyas,Baba İsak ve Hacı Bektaşi Veli’nin temsil ettiği Alevi-Bektaşi inancının ve onun üzerinden Ehl-İ Beyt İslam egemenliğinin yayılmasında önemli roller oynamış bir Alevi-Bektaşi inanç önderi ve gazi.