Sumaguing Mağarası, Filipinler‘in Luzon Adasında, dağlık bir bölgedeki Sagada kasabasının altında keşfedilen altmıştan fazla mağaradan biri. Tüm bu yeraltı dünyalarından Sumaguing Mağarası en büyük odaya sahip. ‘Büyük Mağara’ takma adını almış mağarada binlerce yıl boyunca doğanın yavaş yavaş şekillendirdiği sayısız kaya oluşumu var.
Sumaguing Mağarası, muhtemelen şehirdeki tüm turistik cazibe noktalarından en popüleri. Zaten Sagada kasabası gezginler için bir çok aktivite sunuyor. Mağara trekkingi en popüler aktivitelerden biri. Turizm ofisinde kaydınızı yaptırıp, rehber eşliğindeki trekking grubuna dahil oluyorsunuz. Burada yer alan Sumaguing ve Lumiang Mağaraları arasında uzanan zorlu 2 km’lik geçişi yürüyerek gerçekleştiriyorsunuz.
🧭 Filipinliler tarafından dünyanın 8. harikası diye adlandırılan Batad ve Banaue pirinç tarlalarını gördükten sonra Sagada’ya geçtim. Bizim Karadeniz yaylaları gibi bir yerde kurulmuş küçük bir kasaba olan, Sagada sırt çantalı gezginler arasında oldukça popüler.Pek çok eko-turizm aktivitelerine sahip.
Şelaleler, vadiler, trekking rotaları, mağaraları Sagada’yı gezginler arasında cazip kılan nedenler arasında. Bunlar içerisinde en çekici aktivite de mağara trekkingi seçeneği sunan Sumaguing Mağarası. Turizm ofisinde kaydınızı yaptırdıktan sonra size kılavuz veriliyor. Grubunuzu kendiniz oluşturup iki mağara arasındaki tehlikeli pasajı yürüyerek geçiyorsunuz.
Sumaguing Mağarası
Sumaguing Mağarası, Sagada halkının kültüründe önemli bir rol oynuyor. Ölü gömme gelenekleri nedeniyle ataları ölülerinin olduğu tabutlarını mağaranın girişine yerleştiriyorlar. Bu, ölülerin ruhlarını korumayı sembolize ediyor. Batı kültürü ve Hristiyanlık bölgede yayıldıkça bu gelenek yok olmaya başlamış.
Lumiang Mağaraları, en çok tabuta ev sahipliği yapan mağara. Sumaguing Mağarasından girdikten sonra zorlu ve tehlikeli bir mağara tırmanışı ve trekkingi sonrası Lumiang Mağarası ağzından çıkıyorsunuz. Filipinler’deki en derin mağaralarına delilik yapıp tek başına girdim.
Uzun süreli seyahatlerde, rehber gerektiren aktiviteleri tek başınıza yapmaya başladığınızda, bunla doğru orantılı olarak özgüven de artıyor. Bu özgüven bazen riskli ve hayatı tehlikeye atacak kararları cesurca ve riskleri de alarak yapmanıza sebep olabiliyor. Şimdiye kadar hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmaya karar vermiştim.
Sumaguing ve Lumiang Mağaraları arasında uzanan zorlu mağara geçidini rehbersiz geçecektim! Bunu yapan ilk kişi olduğumu bu maceramdan sonra öğrenecektim. Hayatımın en büyük macerasını yaşadım. Ölümle kol kola yürümek gibi bir şeydi.
Hayatınızın En Büyük Çılgınlığı Nedir?
Ne gündü ama! Hayatımın en büyük çılgınlığını yaptım bugün. Bu yorgunluğun ardından yazmak bile zor. Öyle ki otelime dönüp uyuduğumda yaşadığım her şey rüyamdaydı, ancak 1 saat uyuyabildim. Gün içerisinde yaşadığım o maceranın hepsini aynı heyecan ve korkuyla hissedebiliyordum.
Aldığım bilgilerden sonra bu yürüyüşümü yalnız yapmaya karar verdim. Dün aldığım Çin işi gri çorabımı giyinip, sandaletimi ayaklarıma geçirip, kaldığım otele yarım saat uzaklıktaki Sumaguing Mağarası‘na yürüdüm. Mağara girişinin hemen karşısındaki bakkalda oturup, bakkalı işleten 55 yaşlarındaki kadınla uzun uzun sohbet ettim. Filipinlerde hemen herkes çok güzel İngilizce konuşabiliyor. Orada uzun süre oturmamın sebebi aslında cesaretimi toplamaktı belki de.
Şimdiye kadar dünyada hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmaya karar vermiştim, bunu da bu maceramdan sonra yollda karşılaştığım rehberden öğrenecektim. İstediğim içerideki göz alıcı kaya oluşumlarını görmekti. Mağaranın içerisinde nerede olduklarını dahi bilmiyordum, başında mı, ortasında mı sonunda mı. Saat 10’da Sumaguing Mağarası’nın girişindeydim.
Daha mağaranın girişinde bocaladım. Mağarayı kolaçan ettim ama herhangi bir giriş bulamadım. Sonra tekrar patikaya dönüp takip ettiğimde aşağıya doğru giden yolu bulup takip ettim. Asıl mağaranın içerisindeydim. Girişteki mağara ise sadece küçük bir parçasıymış. Girişten itibaren nispeten düzgün sayılabilecek basamakları indiğimde mağaranın içerisinde akan nehre ulaştım.
Pamukkale’nin travertenleri gibi ama rengi sarıya çalan göletlerden geçtim. Bu travertenler hiç kaygan olmadığı için çok rahat ilerlemeye başladım. İçimden hiç de kılavuza gerek yokmuş diye geçiriyordum. Bu travertenler mağaranın en dikkat çeken ve en güzel oluşumları. Bazılarının yüksekliği 2 metreyi bulup.
Etrafından dolaşıp yol buldukça tırmanmaya başladım. Travertenlerin en güzeline ulaştığımda orada bir kılavuz ve 2 gezgin bulunuyordu. Bu arada mağarada herhangi bir aydınlatma bulunmuyor. Boynumda kameram ve başımda alın lambam var. Led ışık veren alın lambamın ışığı bu büyüklükteki mağara için oldukça basit ve yetersiz.
Kılavuzun elinde gazla çalışan lüks lambası var. Güçlü sarı ışığı nedeniyle travertenlerin sarı olan görüntüsünü mükemmelce ortaya çıkarıyordu. Şansı kaçırmayıp, bu macerada kendime ait olan tek fotoğrafımı çektirdim. Kılavuzumu sordular. Yalnız olduğumu söyleyince bana bakakaldılar. Neden öyle baktıklarını daha sonra anlayacaktım.
“Herkes yokluktan korkar. İşte bütün alem bu yüzden yol sapıtmıştır. Halbuki yokluk asıl sığınılacak yerdir.” Mevlana
Tırmanmaya devam ettikçe muhteşem kaya oluşumları ve travertenlerin yerini sadece kayalar aldı, ıslak ve kaygan kayalar. İlerledikçe, tavandan damlayan suların ve mağara içerisinden akan suyun sesinden başka hiçbir ses yok, zifiri karanlık. Zaman zaman ışığı kapattığımda hissettiğim tek şey beni çevreleyen karanlığın içerisindeki huzurdu.
Küçükken evimizin hemen dışındaki tuvalete bile kız kardeşlerimle giderdik. Korku duygumu ne zaman kaybettim bilmiyorum. Sanırım bu korkudan çok meydan okuma duygusunun ağır bastığı anlardan biriydi. Kendime cesaretimi mi ispat ediyordum, yoksa bir şeyi başarma hissinin peşinden mi koşmaktı veya neydi bilmiyorum. Hissettiğim tek şey korkudan çok heyecan ve huzurdu. Bu hislerle yola devam ettim.
Herhangi bir yol yok aslında, ne de herhangi bir işaret veya patika. Alın lambamın zayıf ışığı ve hislerimle ilerliyordum. Benden öncekilerin geçtiği yolları az çok anlayabilme becerim var. Islak ve parlak kayalar. Bir saatten fazla bir zamandır yürüyordum. Yürüyüşün bazı yerlerinde belinize kadar mağara içerisinde akan nehri geçmek zorundasınız. Mağaranın kenarından yürüdüğünüzde derinliğin azaldığını fark edip öylece devam ettim. Boynumdaki fotoğraf makinemin ıslanması büyük bir talihsizlik olurdu.
Nehirden geçtikten sonra fark ettiğim şey yolumu kaybetmiş olduğumdu. Herhangi bir ipucu, bir işaret yoktu. İşte bu anlar adrenalinin tüm benliğinizi kapladığı anlar. Garip bir cazibesi var. Bungy jumping ve skydiving yaparken hissettiğimle aynısıydı. Bir şeyler yapıyorsunuz ve bilinciniz size geri dönmenizi tembihlerken, beyninizle savaşıp yola devam ediyorsunuz. Ne kadar aptalca bir şey yapıyorum derken bir yandan, bir yandan adımlarınız sanki istemsiz bir şekilde ilerlemeye devam ediyor. Her defasında karşılaşma ihtimalim olan kılavuzlarla geri dmnmeye karar veriyordum. Kılavuz veya grupla biraz hoşbeş ettikten sonra sanki o düşünceler bana ait değilmiş gibi tırmanmaya devam ediyordum.
Bu karmaşa düşünceler içerisinde yolu bulmak için belki de yarım saatten fazla o karanlık, taşlı mağarada yolumu bulmaya çalıştım. Sonunda buldum, veya bulduğumu sanıyordum. Çünkü geçtiğim kayalıkları düşününce, bu yürüyüşü deneyimsiz kişilerin kılavuzlarla bile yapmalarının tehlikeli olduğunu düşünüyordum. Zayıf ışığım altında benim için de çok tehlikeliydiler, ama kendimi durdurmak ne mümkün!
Çoğu defa yol diye takip ettiğim, aştığım kayalıklardan sonra çıkmazla karşılaşıyordum. Bir defasında öyle bir yere tırmanmıştım ki, nerede olduğumu fark ettiğimde korkuyu en çok hissettiğim andı. Mağaranın bu bölümünde tavandaki yarasaların sesini duymaya başlamıştım. Zaman zaman yolumu bulmak veya karşımda ne olduğunu anlamak için fotoğraf makinemin flaşını kullanıyordum.
İşte böylesi bir anda fark ettiğim şey tavana asılı yarasaların hemen 5 metre uzağında oluşumdu. O karanlıkta flaşın ışığında bir reflektör gibi parıldayan yüzlerce kırmızı gözle göz göze gelmek. Önce oturduğum yere çöktüm, sonra birkaç fotoğraf çekmeye ve etrafımı anlamaya çalıştım.
O inanılmaz sesi hissettiğimde anladım ki, flaşın ışığıyla rahatsız olan yarasalar etrafımda uçuşmaya başlamıştı. Ses nasıl tarif edilir bilmiyorum, başınızın üzerinde dairesel alanda duyabildiğim “wuww, wuww” sesleri. Bir ipe taş bağlayıp başınızın üzerinde döndürdüğünüzde aynı sesi duyarsınız. Ultrason makinesinin çıkarttığı sesi bile anımsattı bana o anda. Hareketsiz biraz kaldığımda sesler azaldı. Yürümeye başlarken adımımın önünden yarasalar uçuşuyordu. Bana çarpmazlardı herhalde veya saldırmazlardı diye düşündüm.
Tırmanmaya başladığım yere geri döndüm. Doğru geçiş yolunu bulmaya çalıştım. Sonunda bir kayanın köşesinde asılı tırmanma halatını bulunca doğru yolda olduğumu anladım. Kısa boyluların veya deneyimsizlerin o halattan yardımsız tırmanmaları imkansız. Evet kılavuz şart. Yoluma devam edince diğer mağara girişinden gelen bir grupla karşılaştım. Sorular aynıydı, kılavuzum nerde, arkadaşın nerde, bize katılmalısın, kılavuzsuz gidemezsin. Her defasında yol tarifi ve ne kadardır yürüdüklerini öğrenmeye çalışsam da sonradan anladım ki hiçbir zaman doğru cevabı alamamıştım. Hep kayboluşların ardından kendimce doğru sandığım yollardan ilerliyordum. Yine öylece devam ederken bir yerde sıkışıp kaldım.
Bir saatten fazla büyükçe bir mağara odasının etrafını 4 defa turlamıştım herhalde. Herhangi bir çıkış yolu bulamamıştım. Öyle ki bu büyük odaya geldiğim dar geçidi de bulamamıştım. Bulsaydım eğer geri dönerdim. Bu odanın sağ yanından belinize kadar olan bir nehir akıyor. Kayaların duvar diplerine ait olan kısımlarında yarasa dışkıları tepeler oluşturmuş. O bölümde ilerleyince yukarıya çıkan bir halat buldum nihayet. Bu en zor halat tırmanışımdı.
Halatın olduğu yerdeki kovuktan dolayı kayalardan destek almak çok zor oldu. Sırtımı kayalara dayayarak santim santim kendimi yukarı iterek yukarıya ulaştım. Ulaştım ama ulaşabildiğim yine çıkmaz bir kocaman kovuktu.
Bütün kayaları veya olası küçük tünelleri aradım, bulamadım.Zorla tırmandığım o halattan inip odayı tekrar tekrar kolaçan ettim. Oda derken bir belki 2 basket sahası büyüklüğünde yüksekliği belki 50 metre. Hiçbir çıkış ve geçiş bulamadım. Düşündüğüm bir tek yer vardı, halatın sağında ilerleyen, oldukça dik ve kaygan bir kayanın ötesini bilmiyordum. O zorlu halattan dört defa çıktım ve indim.
Yine bir kapanda ne yapacağımı düşünürken insan sesleri ve zayıf bir sarı ışık görmüştüm. Yapmam gereken tek şey sadece yeni grubun gelmesini beklemekti. Öyle yaptım. Anladım ki o kaygan ve dik kayayı geçmeliymişim. Aynı muhabbetleri onlarla da yaptık. Bir yanım onlara katılıp dönmem gerektiğini söylerken diğer yanım devam etmek istiyordu. Önce yukarı, sonra sağa ve sonra da sola dön demişti kılavuz.
Öyle yaptım, ya da öyle yaptığımız sandım, onlarca geçiş, küçük delikler arasında gidip gelirken buldum kendimi. Dön dön dur. En zorlu anlarımdan biri dahaydı. Belki 20-30 metre aşağıda nehir ve kayalıklar var. Geçtiğim yerler kaygan ve sadece bir hata kendimi bulunduğum yerde aşağılarda kayaların üzerinde huzurla yatarken bulabilirdim. Korku işte orada benleydi.
Sonunda delikler, koridorlar arasında geçişlerle başka bir bölüme ulaştım. Doğru yolda mıyım bilmiyorum, önemli olan sadece ilerlemek, daha çok ilerlemek. Öyle bir yere geldim ki yine çıkmaz sokak, ama oraya ulaşıncaya kadar da o kadar çok tırmanmış ve dolaşmıştım ki. Geri dönsem kaybolacaktım. Dönüp dönüp belki yine buraya gelecektim. Sorun şuydu ki alın lambamın ışığı da zayıflamıştı, veya bana öyle geliyordu. Tırmanmak bana kolay, aşağı inmek daha zor. Aynı yoldan geri dönmeler ise benim hiç de sevmediğim bir şey.
Bir kaya geçidinin ötesini araştırırken başımı hafifçe kayaya çarptım. Oturur durumda ilerliyordum. Unutulmaz bir andı benim için. Alın lambam başımı saran lastikten kurtulup kucağıma düşmüştü. Alan geniş ve bacaklarımı uzatarak inmeye çalışsaydım bacaklarımın arasında aşağılara düşüş sesini duyacaktım. Kolaylıkla pillerinden ayrılacak ve karanlıkta öylece kalıverecektim. Bu benim için ölüm demek olabilirdi, ne yapardım bilinmez.
Alın lambamı dikkatlice yerleştirip en yukarıya tırmandım. Çıkmaz bir yer ama o daracık yarıktan sarı ışığı görmek hayatımın en güzel anlarından biriydi. Onlara seslendim, ıslık çaldım. Beni duyup beklememi söylediler. Benim olduğum yere ulaşmaları yarım saati aldı. Bunun 15 dakikasında ışık tamamen kaybolmuştu. Nihayet ortamı aydınlatan altın renkli ışığı görünce o yana yöneldim. Benim alın lambama göre o kayanın ötesi yoktu, ama lüksün ışığında kayanın arkasındaki kayalardan geçiş yolu vardı.
Çıkışa yakın olduğumu kılavuzdan öğrendim. 7-8 kişilik grubun içerisinde dün tanıştığım biri de vardı. Güya sabah 8’de turizm ofisinde buluşup, birkaç arkadaş bulup birlikte gidecektik. Şaşkın şaşkın bana bakıyordu, geç uyanmış dediğine göre. Yol tarifi aldım yine. Çıkışa yarım saat kadar uzaklıkta olduğumu söyledi kılavuz. Tarifini takip edip daha yukarılara doğru tırmandım. Uzunca bir halata tırmanıp, hemen halatın solundaki koca deliğe saptım. Yine yanlış yapmıştım. Yolu takip ettim. Güzel bir patikaya benziyordu.
Sağlı sollu daralan, bazen yan gitmek zorunda kaldığım bir yol. Yol denemez, kayanın kenarında yürüyordum. Aşağısı ise karanlık. Ne kadar yazsam da tarif edemem. Abartı gelebilir. Herhangi bir hatada yokluğa karışırsınız. İlerledim, ilerledim. Bu yol olamazdı diye düşünüyordum, ama bir yandan da eğer ya yolsa diye düşünüyordum. Vardığım noktada, artık arasından ilerleyemeyeceğim birbiriyle buluşmuş dik kayalığın arasında bulmuştum kendimi. Geri döndüm, halatı aradım ve buldum.
Bu defa halatın bağlandığı kayayı aşınca oradan sağa giden yolu buldum. Takip ettim, başka bir halat buldum ve başka bir halat daha. İnmesi kolay olabilir ama tırmanması zor halatlar, naylondan yapılmış halatlar. Öylece belirsizlikle karışık yukarı tırmanıp rüzgarı yüzümde hissettiğimde doğru yolda olduğumu anlamıştım. Devam edip nihayet Lumiang Mağarası’nın girişine, benim için çıkış olan yere ulaşmak inanılmaz bir keyifti.
Artık ışığı görebiliyordum, mağara ağzını çevreleyen bitkileri. Girişi kocaman bir kaya kapatıyordu. Onun altında birbirine dayanarak sıkışık kalmış her an yıkılacakmış gibi duran 3-5 tane kocaman kaya daha. Etrafından dolaşıp geçiş aradım bulamadım, kayaların altından geçtim sadece tırmanması çok riskli ve zor bir yer buldum. Muhakkak daha kolay bir geçiş vardı ama ben artık kendimi dışarı atmak istiyordum.
Sırtımı kayaya, ayağımı değil bacağımı kayalara sıkıştırıp santim santim kendimi yukarı ittim. Dizimi eziyordum ama kimin umurunda. Sonunda kayanın üzerinde sırt üstü uzanıyordum, dizimdeki sıyrıklar ve acı, yüzümde bir gülümseme, hızlı atan bir kalp, yorgun, aç ve susuz bir beden. Yanıma su almamıştım ve çok susuzdum.
Girişteki büyük kayanın altından geçince ancak yolu buralara düşenlerin görebileceği bir sürpriz beni bekliyordu. Mağaranın hemen girişinde üstü üste dizili asılı tabutlar. “Hanging Coffins” olarak adlandırılan ve bazıları yüzlerce yıl eski olan bu tabutlar yerel insanların mumyalarını barındırıyor. İçlerinde hala mumyalar duruyor mu bilmem. Üzerlerinde kertenkele kabartmaları var. Üst üste dizili halde duruyorlardı.
Asılı tabutlardan sonra betondan yapılmış yolu yürürken 2 kızla birlikte mağara girişine ilerleyen bir kılavuzla karşılaştım. Ne yaptığımı onlara anlatınca kılavuz bunu şimdiye kadar yapan tek kişi olduğumu söyledi. Şu ana kadar hiçbir kılavuz tek başına bu yolu aşmamış. Gurur mu duysam kendimle, ne kadar büyük bir aptallık yaptığımı mı düşünsem bilemedim. Bildiğim tek şey ayağımda tırmanış veya trekking ayakkabısıyla değil de bildiğimiz sandaletle başarmış olduğumdu. Hem de ölümle onlarca defa yüz yüze gelmiş olsam bile, hem de sağ salim.
Böylesi bir yazıyı tekrar yazmak istemem. Tekrar okumak bile isteyeceğimi pek sanmıyorum. Geriye dönüp baktığımda bunu nasıl yaptığımı hala anlamıyorum. Nasıl bir aptallık olduğunu anlayabiliyordum ama. Ama hayatımın en güzel macerası olduğunu yine de söyleyebilirim. Kaçımız kendi isteğiyle ölümle yüz yüze olmak isteyebilir ki?
Kendi halimde şehir hayatı yaşayan, yaptığı tek trekking Karşıyaka’daki evinin arkasındaki dağa olan bahar yürüyüşleri olan biriydim. Şimdiyse memleketime en uzak ülkelerin birinde, Filipinler’de, soğuk dağ havasında salaş bir barda günlüğümü yazıyordum. Mutluyum, hepsi bu.
Day 462: Philippines:9, Sagada, 8 Kasım 2011
‘Bir deli cesareti geldi yaptım’ derler böyle şeylere! Tam bir delilik ama yaşanması gerekliymiş. Ben okurken bile heyecanlandım seni tahmin edemiyorum.
Heyecan verici bir bir hikaye olmuş abi! Bir daha yapmazsın böyle şeyler? Yoksa? 🙂
Çok merak ettim şimdi burayı! Hikayenizi de okumuştum bu mağaradaki maceranızı! İnanılmaz.
Bugün o mağaraya girdim. Aşağıya facebooka yazdığımı yapıştırıyorum. Kemal hocam, anladım ki senin yaptığın akıl karı iş değil :-). Bir de, tersten başlamışsın. Yani hep tırmanış olmuş. Gerçi bir rota daha varmış, bazı yerlerde boğazına kadar suyun içinden gidiyormuşsun. Bir de Danimarkalı biri başka bir mağaraya gitmiş. Orası daha zormuş, nehirlerde yüzmeler falan. Neyse hikaye özet olarak aşağıda..
Mağaranın girişinde yerli halkın tabutları var. Rehbere dedim ki burada ölürsem kimseye haber verme. Şu tabutlardan birinin içine koy gitsin. Rehber ne kadar mağara tecrüben var dedi. Eh dedim, bir sürü yerde bir sürü mağaraya girdim. Hele Guetamala’daki mağaradan çıktım. Buradan da çıkarım.
Sonra inmeye başladık. Kuyu inişi. Bir kaç yerde ip var. Ama yerler kaygan. Eleman flip flops terlikle vızır vızır, bu terlik yeri daha iyi kavrıyor diyor. Bir yer geldi, benim sözüm ona Outdoor ayakkabıları Keenler iflas etti. Çıkardım çıplak ayak devam ettim.
Neyse böyle 70 metre kadar indik (rehber söyledi). Bir kritik yer daha geldi. (Kritik diyorum, normal saydığım yerleden benim tanıdığım insanların yüzde 80’i geçemez herhalde, o ayrı) Yamaca yapışarak geçmek gerekiyor. Bir kaydın mı, beş metre aşağıda sığ nehire gömülmek var. Dedim “bende Vertigo var. Buraya kadar, bir şekilde indim ama burayı geçemem”.
Rehber “geri çıkmak daha zor” dedi. Dedim çare yok. İki yerde iple komando tırmanışı var. Tamam, yapılır da, benim yaşımda, bir de spor falan yapmıyorum. Bir yere geldik. “Tamam. Rescue timini çağır dedim” . Yok öyle bir şey dedi. Sanırım yalan söyledi.
Neyse yere çömeldi. Omuzlarına bastım, beni kaldırdı, ipten kendimi yukarı çektim ama duvarlar kaygan, basıp destek alınmıyor, en zor orasıydı. Gerçi, bir sonraki iple beş metre çıkışta kolay değildi. Bir de iş tırmanma oldu. Yani kalpten şu an ve bir kaç gün içinde ölmezsem, doktora falan gitmeme gerek yok. Sağlamım. Hele bir delikten, bu arada kendimi yukarı çekerek geçtim ki, Hacıbektaş’ta bir meşhur delik var. Onun yarı çapında. Neyse sonunda ışığı gördük. Mutlu olduk.
Ha burası deprem bölgesi, mağara çökük dolu. Aslında oradan anayola çıkan yokuş daha zor idi. Mağarayı tamamlayamasam da hem iniş hem çıkış yaparak daha zor olanı başardım. Egom tavan taptı. Başım göğe erdi. Ama bir daha böyle bir mağaraya girer miyim.. Girmem herhalde 😛
Şu an buranın en meşhur yeri Yoghurt House’da (öbürü Limon House) ballı yoğurt yiyorum. Yoğurt keçi sütünden, çok yağlı. Krema gibi bir şey. Yarın şelalelere tırmanma yürüyüşü var. 1550 rakımda Karadeniz dağları tadında güzel bir yer burası, gelip görmenizi tavsiye ederim
Beni deniz tutmasına rağmen, Ege ve Adriyatik dışında yelken tecrübem olmamasına rağmen hiç bir ön hazırlık yapmadan hiç tanımadığım iki kişi ile 20 metre bir yelkenliye atlayıp Fransa’dan Venezuela’ya kadar koca Akdeniz ve Atlantik okyanusunu geçmem benim hayatımın dönüm noktası olmuştu.
Yine de şu mağara hikayesini yaşamak benim için düşünmesi bile imkansız zorlukta. Tebrik ederim…
Benim gibi dar alanlardan korkan, boğulacakmış gibi hisseden biri için okuması epey zor bi yazı oldu. Yaşadıklarınızı hayal etmek bile zor ama ne yalan söyliyim yine de çok kıskandım. Bunu yapmak isteyip de asla yapamayacağım için. Yolunuz açık olsun. Yazılarınızı bol kıskançlıkla okuyorum 🙂
Kemal hocam yazılarınızı keyifle takip ediyorum. Lütfen dikkat. Bilinmezlik yolunda takipte ısrarcı olmayalım. Kaybedecek neyimiz var demiyelim, en azından yazılarınızı bekliyen okumak isteyen bizler var 🙂
Teşekkürler Hakan hocam. Çılgınlıklar planlı yapılırsa çılgınlık olur mu bilmem, benimkisi öylesine gelişti. Bu kadar zor ve tehlikeli olcağını hayal bile edememişti. Başladım, sonrası kendiliğinden geldi, durduramadım kendimi.
Çılgınlıklar da olmasa sıkıcı olmaz mı? 🙂
Kemalcim sınırları epey zorlamışsın. hatta sınırı aşmışsın gibi. Okurken heyecenlandım epey. Yeni heyecanlar, maceralar yaşama isteğin bitmeyecek biliyorum. Devam et ama sınırları da çok zorlamadan. İzmir’den sevgiler…
Sinir dedigimiz sey sadece beynimizde ve sinirlarin arkasinda ne bulurum merakindayim. Izmir’e sevgiler.
Benim bugün yapabildiğim ise, asıl Alanya kalesinin arkasında kalan sık ağaçlıklı, yerel halktan başka kimsenin pek bilmediği dar taşlık yoldan uzak köpek havlamaları ve arkamdan “deli misin, gitme, biz gelmiyoruz” diyen insanların sesi eşliğinde küçük kaleye gitmekti.
Kaybolmadım, ölüm tehlikesi geçirmedim ve sadece yarım saat sürdü. Üstelik bunu heyecan sandım. Sana çok özendim, çok özendim, çoook özendiiim… O kadar! :))
Macera seven ruh nasil yerinde durur, kesfetmek gerek. Heyecansiz gecen anlarimiz ne anlami var ki! Yolda olmaya devam, yalniz benim magaram sanirim oralardan daha guvenli 🙂
Esenlikler !
Değerli kardeşim, tam bir macera adamı oldunuz diyebiliriz! 🙂
Ama,dikkatli olmakta fayda var. Sonuçta, bir Türk gezginin başına kötü şeyler gelmesini istemeyiz.
Selamlar.
Ayhan
Hic bir gezginin basina kotu bir sey gelmesin tabi. Gecen gun ziyaret ettigim buyuk selalenin olusturdugu havuzda 2 Koreli olmus. Dikkat ettigimi saniyorum en azindan, ayagimda basit sandalet, deniz sortu ve ufak led bas lambamla 🙂 ruhum dinlemiyor beynimi, ayaklar da ruhun hizmetinde.
Rahat koltugumda bunlari yazarken, o magaranin icerisindeyken hissettigimden daha cok korku var, hayal edince… Var bu iste bir tezat 🙂 Selamlar Ayhan.