İlk okyanus ötesi seyahatim Amerika’ya olmuştu ve aynı zamanda ilk pasaportuma yapıştırılan ilk vizeydi gördüğüm Amerika vizesi. Siz kalkın gidin Amerika’ya ve aldığınız şeylerden biri de istiridye kabuğu olsun! O istiridye kabuklarım nerdeler acaba?
Annemlerin bodrumunda, diğer bazı sevdiceklerimle beraber kolilerde duruyorlar mıdır ki hala? O hassaslıklarıyla kırılmışlar mıdır, yoksa dokunulmamanın güvende olmak anlamına geldiği bir anı mi yaşıyorlardır bulundukları yerde?
Şimdiki hayatıma göre yerleşik hayat olarak adlandıracağım geçmiş hayatımda tam bir düzen insanıydım. Şehir hayatının getirdiklerini sevdiğimden nispeten küçük bir şehirden İzmir’e tayin isteyip, taşınmamın arkasında yatan sebep de buydu. Daha düzenli ve gelişmiş bir şehir. Yoğun ve stresli iş gününden sonra düzenimi kurduğum evime gitmek ve o kapıdan içeri girmekle tüm dertleri geride bırakırdım. Evdeki eşyaların bile her zaman derli topluydu ve bir düzen içerisindeydi.
Öyle ki bu düzenin sağlanması için eve temizlikçi gelmesine gerek duymadan kendi işimi kendim görürdüm. Eve ziyarete gelen eş dost için, evin düzeninin bir bekar evinden uzak olması onları şaşırtırdı. Bunun için fazla bir şey yapmama gerek yoktu doğrusu, düzeni seviyorsanız, düzenli olmayı da seversiniz.
Düzen içerisinde işlerimi yürüttüğümde, evde yapacağım işler de o ölçüde azalıyordu. Evin tozunu almak, çiçekleri sulamak, kedimi fırçalamak, yemek yapmak, çamaşır ve ütü…
Hepsi uzak bir hatıra şimdi. Sahip olduğunuz şeyler arttıkça onları düzen sokmak da zorlaşıyordu. Üç oda bir salon ev, bir başına yaşayan bana bazen küçük gelirken, yok 6 kapılı gardıroba, şifonyere ve komodinlere elbiseleri yerleştirmek için zorlanırken şimdilerde sadece sırt çantamla yaşamak ve tüm eşyalarımı ona yerleştirmek daha kolay.
Düzeni seven biri olarak şimdi daha düzenliyim. Neden mi? Çünkü düzende olmak veya düzene sokmak için sahip olduklarımı organize etmem için başka şeylere ihtiyaç duyuyordum. Düzinelerce takım elbise ve gömlekler için gardıroba, onlarca çorap ve çamaşır için şifonyer ve komodinlere. Sahip olduklarımı korumak için başka başka şeylere de sahip olmam gerekiyordu. Bunların sayısı arttıkça aslında insanın düzeni zorlaşıyor.
Yarın dokuz saatlik otobüs yolculuğu sonrası başka bir şehirde olacağım ve bu satırları yazmadan önce gidip eşyalarımı toplamam 15 dakikamı aldı. Hadi bakalım, taşının bir yerden bir yere? Ne kadar sürede toparlanıp, yerleşebileceksiniz? Yerleşik hayatta olmak mı düzen, yoksa “yolda olmak” mı?
Gardrobunuza bir göz atın bakalım, sahip olduğunuz kıyafetlerin giyinme oranını hesaplarsanız yılda ne sıklıkla kullanıyorsunuz giysilerinizi? Son bir yıldır dokunmadığınız kaç kıyafetinizi hala gardırobunuzda tutuyorsunuz?
Diğer anlamda düzen arzumuzun arkasında bir yere ait olmak var sanırım. Bu bir şehir, mahalle, sokak, ev ve hatta evin bir köşesi bile olabilir. Bir yere ait olmayı, bildik yüzleri girmeyi, sevdiğimiz pazardan, marketten alışveriş yapmayı seviyoruz. Sevdiğimiz cafeye gidip tadını bildiğimiz pastayı ve kahveyi ısmarlıyoruz.
Sevdiğimiz restoranın sevdiğimiz yemeklerini yiyoruz. Hatta bu sevdiğimiz mekanların ayrıca sevdiğimiz masaları var. Gittiğimizde bu yerlere hep o masalarda olmayı seviyoruz, hatta masanın özel kösesindeki bir sandalye tercihimiz olabiliyor hep. Çünkü bir defa hoşlanmışızdır oradan ve acaba o hoş anı hep anımsamak ve yaşamak arzusu mudur içimizdeki?
Güzel şey işten yorgun argın dönüp evimizin kapısından içeri girivermek, duşumuzu alıp sevdiğimiz koltuğa kurulmak yemek sonrası, elimize kumandayi alıp. Kucağınıza kedinizi alıp okşamak güzel, veya sevdiceğinizi…
Tüm bu güzel şeyler aynı zamanda alışkanlıklarımız. Alışkınız çünkü biliyoruz ne olduğunu, biliyoruz ne olduğunu ve o yüzden de o alışkanlıklara sahibiz. Zaten sınırlarla çevrilmiş hayatımızın düzeni içerisinde kendimizi belki de en özgür hissettiğimiz an, sahip olduğumuz o alışkanlıkları yaşayabildiğimiz anlardır. Kim bilir bizden başka bunu? Bu aynı zamanda hayattan zevk alma anı için de bir döngü yaratıyor.
Geriye dönüp baktığımızda bu sınırları belirgin alışkanlıklarımız arasında mekik dokuduğumuzu, hayatımızın monoton ve sıradan olduğunu fark etmiyor muyuz?
Can sıkıntısı dediğimiz kavramın arkasında yatan belki de budur. Eğer canı sıkılabilen birisiyseniz bir şeyler veya farklı bir şeyler yapmadığınızdan olabilir mi acaba? Kurduğumuz bu düzen sığınağımız oluyor canımız bir şeylere sıkıldığında veya zor günümüz olduğunda. Ancak bazense hiçbir sebep yokken, tüm bu alışkanlık döngüsünü yaşarken durup dururken sığınağımız olan yerde canımız sıkılabiliyor. Hep ayni şeyleri yapıp/yaşayıp duruyoruz çünkü. Bunu fark ettiğimizde başlar can sıkıntısı. Aynı ev, aynı eşya düzeni, aynı ortamlar, aynı arkadaşlar, aynı alışkanlıklar.
Ben mi? İnsanlar dışında benim canımı ne sıkabilir ki? Ha bir de acımasız, insafsız, adil olmayan iş dünyası. Gerçekçi sebepler dışında kendi canımı sıkmam kendime işkence etmemdir. Bunu neden yapayım? Şimdilik iş dünyası çöpte olduğu için canımı sıkabilecek şeyler çok uzağımda. Bunun dışında hayatım boyunca canım sıkılıyor, acaba ne yapsam gibi bir cümleyi kaç defa kurmuşumdur acaba, bir elin parmakları kadar bile değildir.
Gerçek şu ki mutsuzluğumuzun arkasında insanlar yatıyor, aynı şekilde mutluluğumuzun da. Kendi başımıza mutlu olmayı öğrenme becerisini henüz edinmediysek tabi, ki bu da uzun bir yaşam deneyimi gerektiriyor. Mutluluğumuz insanlara endeksliyse bir rulet oyununun içerisindeyiz demektir, bahtımıza ne düşerse artık onu yaşarız.
E ne oldu peki ben şimdi yola düşmekle insanlardan kaçıp, veya benim tabirimle yabancılaşıp, mutluluğumu garanti altına mı alıyorum? Hem evet hem hayır. Yola düşmeden önce insanlardan kaçmak çok kolaydı. Kendimi eve atıp kapıyı kapamak yetiyordu. Eğer bir sistemin parçasıysanız bunu kontrol edebileceğiniz tek yer o sistem alanı içerisinde ancak eviniz olabiliyor.
Bu da yine aynı kapıya çıkıyor, ev eşittir kaçış, iyimser bir kelimeyle sığınak. Kolay işti zaten benim için. Başka biri olmadan da hayattan keyif alabilmem o kapının ardında mümkündü çünkü.
Şimdiyse insanların tam içerisindeyim. Kah bir köy evinde bir kabilenin evinde, kah yirminci yüzyılın modern bir şehrinde lüks bir apartman dairesinde yaşayan bir şehirlinin evindeyim. Öyle ki çeşit çeşit insanların içerisindeyim, rengarenk, cıvıl cıvıl. Kulağınızın alıştığı seslerden farklı sesleri duymak ve keşfetmenin büyüsünü daha önceki kısa Avrupa tatillerimde keşfetmiştim.
Çarşıda, pazarda, sokakta farklı sesler, keşfetme merakını körükleyen sebeplerden biri. İşte benim için yabancılaşmak için çıkmış olduğum yoldaki yabancılaşma kaçış değil, eskimiş bilgilere bu yeni renkleri katmak demek. Yolda olmak bu demek. Geçmişinize yabancılaşıp anı yeni renklerle doldurmak. Bu başka bir yazı konusu olacak bence.
Sevmek zor işken, sevdiklerinizi görememek ve onlara dokunamamak daha zor iş. Sahip olduğumuz bir çok şeyi yitirdiğimizde yerini doldurmamız çok zor olmayabiliyor. Konu sevgi olunca, sevmek ve sevilmek olunca, daha ötesi ise aşk olunca akan sular bile duruyor karşısında. Sevdiklerimize yakın olmak arzumuzun arkasında sanırım yine aidiyet hissi yatiyor galiba. Yolda olmanın en zor yanlarından biri bu işte. İşte burada da karşımıza sabır çıkıveriyor.
Kendi başına mutlu olmayı becerebilen birileri için, sevmek, sevilmek ve aşkı hissetmek artı bir mutluluk, ancak her zaman sevginin olduğu yerde risk vardır ve bu risk, onu yitirmektir. Şöyle geçmişimize dönüp baktığımızda aslında, zor dediğimiz bu şeyi, zaten yaşamış ve belki de öğrenmiş olarak buluyoruz kendimizi. Sevdik, sevildik, aşık olduk, terk ettik veya edildik, bunlar öğretmiş olmalı insana bir şeyler. Hala öğrenmediysek daha ne kadar yaşamış olmamız gerekiyor. Korkup kaçmak, uzaklaşmak için değil, anlamak için öğrenmemiz gerekiyor. İşte bunu öğrenince insan ne sevmek zorlaşıyor, ne de yalnız kalmak.
İlk elden sevdiğimiz, parçası olduğumuz, birlikte gülüp ağladığımız ailemizden bile uzaklarda yaşamıyor muyuz çoğumuz. Hele yıllar geçince aradan ne sıklıkta görüyoruz. Mesafeler sadece birkaç tuşa dokunmakla sıfırlanıyor telefonla, ancak yüzyüze ne sıklıkta ailemizle bir araya geliyoruz? Sevdiklerimize yakın olmak mesafeyle değil kalp mesafesiyle ölçmek gerekiyor.
Dünyanın bir ucunda olsam da, bir şehirden bir şehire, bir ülkeden bir ülkeye kendimi sürüklesem de sevdiklerime dokunamasam da hissetmem yeterli şu an benim için. Kimimiz iş, ekmek derdinden “zorunlulukla” kendimizi oradan oraya savurup sevdiklerinden uzaklaşmayı yaşamak zorunda kalırken, ben tercihimi “gönüllü” olarak “yolda olmak”tan yana yapıyorum.
Geçmişte ailemden bin kilometreden uzak mesafedeydim, şimdiyse belki on beş bin, ama değişen bir şey yok. Sevmek sevmektir sadece, mesafelere takılmadan. Dokunmak ise elbette en güzelidir.
Yolda olmak bir keşfetmek yolculuğu benim için. Gittiğiniz bir yerin önce düzenini anladığınızda ve kendinizi o düzene adapte ettiğinizde içinizdeki aidiyet hissi yeşermeye başlıyor bu yer için. Esnek ve uyumluluk yeteğeniz tavan yapıyor, geliştiriyor sizi.
Gittiğiniz her yerde bıraktığınız iz, o yerin sizde bıraktığı iz sizi siz yapıyor, öğretiyor. Yollarda savrulurken karşılaştığınız, tanıştığınız ve anladığınız insanların sayısı artıyor, seveceğiniz, yokluğunda özleyeceğiniz bu insanlar içinizdeki sevmek hissinin hep canlı kalmasını sağlıyor. Sevdiklerinizi daha bir sever oluyorsunuz.
Düzeni seven birisi olarak savrulmak heyecan verici işte. Aidiyet hissi güçlü biri olarak bunu sadece ev ve şehir ile sınırlandırmayıp dünyaya aidiyet hissediyorum. Her yer benim, sırtçantamı açtığım yer evim. Bunu hepimiz yapabiliriz. Sadece öğrenmek gerekiyor. Öğrenirken istiridye kabuklarımdan çok uzaklara savurdum kendimi. Binlerce kilometre ondan uzak olsam da aklımın ona takılı kaldığını iyi biliyorum. Bıraktığım yerde duruyorlar mıdır acaba?
Day: 433, Kota Kinabalu, Sabah, Borneo
Bence duzenli olmak seyahatci olmak isteyenler icin onemli bir karakter…
Birde seyahatciler genelde aile kurmak istemezler, galiba ozgurlugunu kaybetmekten korkarlar…
o kadar güzel bir yazı olmuş ki, başlarda sanki beni anlatıyor diye düşündüm. belki pekçok kişi aynı şeyi düşünmüştür. o kadar duygusal ve akıcı ki sonunun gelmesini hiç istemediğim bir film gibiydi adeta. ayrıca döndüğünde o istridye kabukları seni heyecanla bekliyor olacaklardır buna eminim. belki sen değiştin, onlar beklerken yıprandılar ama kavuşunca herşey kaldığı yerden devam edecek bence. yolun açık olsun olsun güzel arkadaşım benim
Duygusal, güzel bir yazı olmuş… Geride bıraktığın pek çok şeyin simgesi istiridye kabukları… Yaptığın şey bi kaçış değil bana göre… Farklı şeyler, farklı ortamlar yaşamak istedin ve bunu sevdin… Sevdiğin, keyif aldığın sürece yollar senin olsun…
Evet, geride bıraktığım şeylerin simgesi. Teşekkürler Nur.
biraz sonra yazmak istedim, biraz sindirmek istedim. çünkü öyle kolay değil bu işler, öyle kolay değil “yolda olmak”..
ne sen benim yüzümü gördün ne de ben. sadece özgürlük fikrini “yolda olmak” fikriyle bütünleştiren insanlar olduğumuz için..
hep öyle olmak dileği ile. yolun hep açık olsun..
Karşılaşsak bir gün yollarda ne güzel olur Uğur!
Yolculuğunu takip etmeye çok alışmışım. Sen yazmaya ara verince, sevdiğim bir filmin yeni bölümlerini bekler gibi sabırsızlanıyorum… Anlatacak çoook hikayeler için keyifli yolculuklar…
Yazsam mı keşfetsem mi? Gezmek, bilinmeze yollara düşmek yazmaktan çok daha kolay.
Dünyaya ait olmak, yeryüzünü ev bellemek, uzaktakine öteki gibi değil sadece insan olarak dokunmak, dokunarak aslında kendini keşfetmek, o keşiflere doğru birer iz olarak şekil vermek, yazmak… İşte gerçek bu!
Yolcu yoldandır…
Yolunuz uzun olsun…
Aslı
Aslında ben teşekkür ederim, zaman ayırıp okuduğunuz ve yorumlarınızı esirgemediğiniz için.
İçinizden geleni, yine içinizden geldiği gibi yaşadığınız ve bizlerle de paylaştığınız için sizi kutluyorum. Benim de hayallerimde olan bir şeyi yapıyorsunuz şu an. Hayalimin gerçek olacağının bir müjdecisi olarak hissettim sizi. Yolculuğunuzda huzur ve mutluluklar dilerim.
Çok teşekkürler.Umarım hayallerinizi gerçekleştirmeniz yakın olur.
biraktigin yerde duruyor istiridye kabuklarin… ama degisen onlar mi yoksa sen misin iste onu geri donup o istiridye kabuklarina dokundugunda anlayacaksin Kemal…. Belki senin onlara dokunusun degismis olacak belki onlar beklerken incelecekler, hassaslasacaklar ve sen dokundugunda kiriliverecekler… beklemekten yorulmus ve yipranmis olacaklar… cunku bekledikleri yerin tozu, kiri, nemi mutlaka onlarda bu surede izler birakmis olacak… Kim bilir belki de biraktigin gibi bulacaksin onlari… Ama inan ki sadece goruntu olarak biraktigin gibi bulacaksin onlari… Su da var ki biraktigin gibi bulsan da sen de degisen cok sey olacagindan onlari belki de nasil biraktigini hatirlamiyor olacaksin… Onlara dokunusun asla eskisi gibi olmayacak… Dokunurken ayni hislerin olmayacak cunku… Sen degisiyorsun… Onlar da biraktigin yerde beklerken degisiyorlar… zaman geciyor….
Seyahat ederek sadece evinizden ayrılmıyorsunuz, zamanla, hiç vazgeçmeyeceğinizi düşündüğünüz bazı alışkanlıklarınızdan da arınıyorsunuz. Dönüşen dünyada değişim yollarda size de dokunuyor. Borneo’dan New York’a selamlar hocam.
Yeni yerler keşfetmek, yeni dünyalarda yaşamak “yolda olmak” muhteşemdir muhakkak, ama aidiyetliğimiz yoksa ve dönmeyi beklediğimiz bir evimiz, kaybolmuşluk olmaz mı o?!!
Yolunuz kadar yolda olmaya bakışınızda çok farklı. Belki bundandır cesaretiniz…
Güvenli ve keyifli yolculuklar.
Bulunduğum yere aitim, her nerede isem. O yaşadığımız yerlerde de kaybulmuş hissetmiyor muyuz kendimizi? Dünyanın herhangi bir yerinde, yolalrda kaybolmak daha güzel ve heyecan verici. Dünyaya aitim ve evim valizimi açtığım yer ise kaybolmaz, keşfedersiniz diye düşünüyorum. Teşekkürler dilekleriniz için.